23 Temmuz 2012 Pazartesi

Berkecan

  Okula istediği zaman, arabasıyla gelir, istemezse gelmez. Kalma, geçme, ileride aç kalma derdi yoktur. Hangi okulun hangi bölümünü okuduğu tamamen önemsizdir, ileride babasından devralacak şirketleri, yatırımları vardır zaten. Başka şehirde, kendi evinde tek başına kalacak parası vardır. Her gece orda burda sürtmekten de geri durmaz. Para bol geldi mi bi yerlere bayar muhakkak, ya sevgilisini, kırıklarını hediyeye boğar, ya sinirim bozuldu deyip psikologlara saçar parayı, ya da escort hatundan escort hatuna atlar sırf eğlencesine. Starbucks'tan zaten çıkmaz amına koyim. Annesi ve babası illa başka şeylerle meşguldür, kafasını siken olmaz. Ama o siker senin kafanı, ilgilensen de ilgilenmesen de anlatır ne marka giydiğini, hangi gece klubünün locasında oturmak için kaç para baydığını, hangi içkiden kaç şişe açtırdığını, arabasıyla kaç bastığını. Maddi geliri orta/iyi olan bir aileden gelmiş de olsan düşünürsün bazen, `acaba benim babam da para bassa benim hayatım da dışarıdan bu kadar iyi gözükür müydü?` diye. `Gerçi para bassa ne olacak, bana koklatmazdı yine amına koyim` dersin, `acaba ben de böyle bir ayı olur muydum` diye düşünürsün, yine de karşındaki iyi bi Berkecan ise bişey demez, gülümsersin. Bir an kendini kıskançlık yapıyormuş gibi hissedersin, komiğine gider. Sen sürünürken, hayatta istediğin üç şeyin birine anca sahip olabilirken, o istediği ve istemediği çoğu şeye sahiptir. Hayat Berkecan'a hayat amına koyim dersin.

8 Temmuz 2012 Pazar

Maça Kızı, Veda ve Kayıp

  Duygularla aram hiç iyi değildir benim. Başımı muhakkak belaya sokarlar çünkü. Başka insanları gazlar belki duyguları, harekete geçirir, istedikleri şeylere ulaşmalarına yardım eder. Ama bana genelde köstek olur işte o aynı duygular. O yüzden, aslında herkesin içinde bir miktar barındırdığı Übermensch olma sevdasının da etkisiyle, onları bastırdığımı, yok ettiğimi, kontrol altında tuttuğumu zannetmek hoşuma gider. Kaygı, endişe, utanma, sevgi, aşk, nefret, öfke.. Hepsinin bir ara gittiğine veya kontrol altında olduğuna inandığım olmuştur.

  Aslında gittiklerini zannederim hep. Hissetmem gereken an onları bulamam mesela. Kızıl aşk, kor öfke, dikenli endişe, yumuşacık sevgi, gergin özlem. Yerlerinde yeller esiyordur. Onları hissetmem gerektiği zaman, sadece kocaman, korkunç bir boşluk peyda olur göğüs boşluğumda. Soğuk, yapış yapış, sinsi. O kadar korkunçtur ki işte bu boşluk. Yedirmez, içirmez, uyutmaz. Keşke yansaydım bitseydim öfkeden, keşke boğulsaydım endişelerimde, hüznümde dedirtir insana. Peki noolur bu duygulara? Giderler mi cidden? Neden giderler, nereye giderler?

  Duygularla aram iyi değildir benim. Ama iskambil fallarıyla çok iyidir. İyi içilen bi gecenin ardından çayımı demleyip, sigaramı yakıp boş boş fal açmak kadar sevdiğim çok az şey vardır. Deste deste iskambil kağıdım var zaten, ufak çaplı bi koleksiyon. Değişik bi deste gördüm mü cebimde ne kadar para varsa bayarım, hiç sorun değil.

  Favori destemdeki kartların hepsinin üzgün olduğunu da yine böyle bir sabah fark etmiştim işte. Ağlıyorlardı sanki. Garibime gitti, neden böyle bir deste yapardı ki insan? Çayımdan bir yudum daha alıp pencereden hafif alacalı gökyüzüne baktım. Üzdüğüm insanlar geldi aklıma. Hep de beni en çok sevenleri üzmüştüm. Kartlara baktıkça yüzleri gözümün önünden geçti. Ailem. Arkadaşlarım. Beni seven, benden ilgi görmek isteyen hatunlar.

  Son gruptakilerden pişmanlık duyardım işte önceleri. Cinsel hayatım çok renkli olmasa da bu konuda sabıkam çok. Gereksiz yerine itin götüne soktuğumu mu ararsın, on kişinin önünde siktir çektiğimi mi, görmezlikten geldiğimi mi. Randevulaşıp ektiklerim, durup dururken kaçmaya başladıklarım, yüzüne gülüp arkasından 'öf' dediklerim, egomu tatmin ettiklerim. Yarı yolda bıraktıklarım. Çok var. Gönül işlerinde çektiğim acıların bi kısmını hak etmiyor değilim yani. Eskiden pişmanlık hissediyordum ama şimdi bir şey hissetmiyorum. Böyle olması gerekiyormuş, böyle olmuş. Kabullenmek güzel.

  Hüznü artık hissetmiyorum, yok. Gitmiş o da. Umut çok az var, mucizelere bel bağlamak gibilerinden. Hırs gitti gidiyor. Ama son zamanlarda yaşadığım bir olaydan sonra, utanç duygumun gittiğine eminim. Bu yazıyı ise, aslında onun hakkında son bir kaç laf etmek için yazdım. Çok acı veren bir şekilde, artık gittiğini fark ettim. Boşlukla baş başa bıraktı beni. Zaman zaman yanaklarımı kızartan, sevimli bir duyguydu. Özleyeceğim. Geri döner mi dönmez mi bilmem, ama ondan kalanları bir kayığa koyup, çiçeklerle ve ufak heykellerle süsleyip, en ortaya da gözleri yaşlı maça kızını iliştirip, sigara dumanı eşliğinde berrak denizlere salasım var, tan vakti. Kayığa eski halimi de koyup hepsini uğurlamak. Sonra da sırt üstü yatıp gün doğumunu izlemek. Her şeye rağmen, yaşamak güzel diyebilmek artık.

8 Mayıs 2012 Salı

Yalanlar ve Gerçek


  Bunu duymaktan hoşlanmayacaksınız, veya duymaktan bıktınız ama, aslında hepimiz yalanlar üstüne kurulu hayatları yaşıyoruz. Çoğumuz veya. İşin kötüsü, denize düşen yılana sarılır lafındaki gibi, bu yalanlara inanmamız. Onlara tutunmamız. Onların aksini düşünemememiz. Onları kendi düşüncemiz zannetmemiz.
  İşin garibi, bu yalanlara ne kadar inanırsak o kadar mutlu oluyoruz. ‘Beni seviyor, çok mutluyum, doğru olanı yapıyorum, mantığımın gösterdiğinden şaşmam’. Gibi gibi. Kendimizi iyi hissediyoruz çünkü. Boğazımıza kadar boka batmış bile olsak, bir şekilde akıl sağlığımızı koruyor bu yalanlar. Mutlu ediyor bazen. ‘Cehalet erdemdir’ diye bir söz var çok tutarım. Bir yalanın yalan olduğunu bilmiyorsanız mutlusunuzdur. Onun sizi sevdiğini zannedersiniz mesela. Her şey daha güzel olur. Hayatınızda bir veya iki dönem bu kadar neşeli geçmiştir. Geleceğiniz için doğru olanı yaptığınızı zannedersiniz. Mantıklısınız ya hani. En mantıklısı sizin yaptığınızdır, geleceği düşünmektir. Arkadaşlarınız hep yanınızdadır. Tabii canım, bir telefona bakar. Hemen gelirler bir sıkıntınız olsa. Bir gün cidden onunla beraber olabilirsiniz. Belki yanlış yaptığını anlar bir gün, kim bilir? Belki kendisini gerçekten seven biriyle olmak ister. Aileniz her adımınızın arkasındadır. Hep desteklerler sizi.
  Bunlara inanıyorsanız cidden, çok güzel bir hayatınız olduğunu ve olacağını garanti edebilirim size. Fakat, hasbelkader bazı şeyler yaşamışsanız ve bunların yalan olduğunu görmüşseniz, bütün hayatınız tepetaklak gidebilir. O sizi sevmiyordur mesela. Sadece, ileride çok çok çok yalnız kalınca döneceği güvenli bir limansınızdır onun için. Rahatlıktan başka bir şey hissettiremiyorsunuzdur ona. Arayı biraz açınca koparsınız hemen. Sonra da kıvranırsınız işte, neden böyle oldu, hani beni seviyordu diye. Ona sorarsınız, bir şey diyemez. Normalde hiç ağlamayan biri olarak, bütün gece ağlarsınız sonra hüngür hüngür.
  Geleceğiniz için doğru zannettiğiniz adım var ya işte. Hah, o aslında alıp alabileceğiniz en kötü karardır. Şoktan çıkıp mantıklı düşünebildiğiniz zaman anlarsınız. ‘Benim ne işim var burda’ diye de depresyona girersiniz sonra. İçinize kapanırsınız, çünkü nasıl olsa etrafınızdaki mallar anlamıyordur sizi. Ne kadar da aptalmışım dersiniz kendi kendinize. Hayatınızdan bir çok şeyi çalmaya kalkan bir karar almışsınızdır. Değiştirebilirseniz ne ala. Değiştiremezseniz geçmiş olsun.
  Arkadaşlarınızla görüşmez olursunuz. Bazı gerçek dostlarınızın dışında herkesi yavaş yavaş kaybedersiniz. Mesajlarınıza cevap gelmez. Konuşma girişimleriniz başarısız olur. Vay be dersiniz, böyle mi olduk.
  Kendilerine uyan bir kararı destekleyen aileniz, tam aksi radikal bir karar aldığınızda bütün desteğini çeker sizden. Önceden sizi her şekilde destekleyeceklerini, her boku yapacaklarını, asacaklarını, keseceklerini söyleyen insanlar, şimdi sadece ‘senin kararın saygı duyarız’ diyorlardır nezaketen. Arkana bile bakmadan kaçmak istersin ama gidecek yerin yoktur.
  Gerçek ise belirsizdir. Ve herkes için farklıdır. Kendi gerçekliklerini size dayatmaya çalışanlar iyice kafanızı karıştırırlar. Bilmezler, anlamazlar, bekara karı boşamak kolay nasıl olsa. Konuşurlar öyle. Gerçeklik, bütün yalanları bulup ayıkladığınız zaman elinizde kalan şeydir. Çok acı bir ilaca benzer, içmeden iyileşemezsiniz. İyileşebileceğiniz de kesin değildir zaten. Bir geleceğiniz olmadığını anlarsınız mesela. Yarın ölürseniz ne olacak? Kimin haddine uzun soluklu planlar yapmak? Üç saniye sonra bile ölebileceğiniz bir dünyada, sırf ileride daha güzel günler yaşayabilme ihtimaliniz var diye kendinize işkence etmeye gerek var mıdır cidden? Sadece anlık mutlulukların peşinde koşmanız gerektiğini anlarsınız. Karşılıklı büyük sevgiler, uzun ve mutlu ilişkiler yalandır yalan. Hiç yaşamadığınız için inanmazsınız daha doğrusu, ihtimal veremezsiniz. Sizi sevenler olmuştur elbet ama onlara da hak ettikleri gibi davranamamışsınızdır. Geçmişe bakınca pişmanlıkla, utançla karşılaşmak olağandır artık. Bir süre sonra da utanamazsınız zaten. Çevrenizdeki insanların kendilerini nasıl birer mutluluk illüzyonuna hapsettiklerini görürsünüz. Mutsuzluklarını söyleyemeyenleri, itiraf edemeyenleri görürsünüz. Pişman olursunuz yaptığınız her şeye. Kendinizi yine seversiniz ama yaşadığınız hayatı sevemezsiniz bir türlü. Başka insanların, çok çok çok daha kötü hayatlar yaşadığını düşünüp suçluluk duyarsınız sonra. Şikayet etmek ne haddime dersiniz. Böyle karışıktır işte gerçek. Yatağınızda uzanıp tavanı izler, hayatınızın daha mı iyi olacağını, daha mı boka saracağını tahmin etmeye çalışırsınız.
  Ve kimseyi dinlemezsiniz artık. Bu yaşadıklarınız yüzünden üstünlük kompleksine girersiniz. Öbür bütün insanlar yanlıştır, siz doğrusunuzdur. Kendi fikrinizden üstünü yoktur artık sizin için.
  Bir yandan da mutlu olursunuz. Bu yalanlara kapılıp hayatınıza devam etseydiniz ne olurdu düşünmeye çalışırsınız. Nasıl aptal ve boktan bir hayatınız olurdu. Gecenin bir yarısı sesli gülmeye başlarsınız sonra. Akıl sağlığınızdan şüphe edersiniz. Özellikle filmlerde gördüğünüz sabah 8 akşam 6 mesaisine giden, takım elbiseli, mantıklı bir evlilik yapmış mantıklı heriflere götünüzle gülersiniz. İleride böyle bir şeyi isteyebileceğinizi bile bile. Çok aptalca bir şeydir ama yaşı ilerleyen insanlar bunlarla mutlu olur nedense. Anneler babalar, iyi bir yerde okuyan ve iyi bir işte çalışan çocuklarıyla gurur duyarlar, gerisi boştur. İyi kavramından tiksinip güzel’e sığınırsınız. Güzel yaşamak lazımdır.
  Hiçbir kadına güvenemezsiniz. Kaçarsınız hepsinden, saklanırsınız. Korkarsınız canınızı yakacaklarından, bu kadar aciz olmuşsunuzdur. Sizden hoşlanan birçok kadınla olan ilişkinizi bok edersiniz istemeden. Gram cesaret kalmamıştır bünyede.
  Yazıyı toplamak gerekirse, insanoğlunun aklı yalanlara inanmaya ve onlarla mutlu olmaya eğilimlidir. Gerçek dediğimiz şeye ulaşabilmek zahmetli bir iş. Herkes de kaldıramıyor, bu kaldıramayanlardan biri de benim anladığım kadarıyla. Çünkü, bu gerçek denilen naneye ulaşabilmek için öncelikle beyninizin savunma sistemlerini, kendi ellerinizle çatır çatır kırmanız lazım. Bahaneleri unutmanız lazım. Avuntuları silip atmanız. Komplekslerinizden arınmanız lazım. Egonuza karşı dikkatli olmalısınız. Egonuzu ne bastırıp susturacaksınız, ne de tepenize çıkaracaksınız. Kahkahalara değil, gülümsemelere razı olmalısınız. Sizin için de güneşin doğma ihtimali her zaman vardır ama, karanlıkta yaşamaya da hazırlıklı olmalısınız. Ve bir kere gerçeğe ulaştınız mı, daha iyi bir insan olma konusunda ilk adımı atmışsınız demektir. Bahaneleri, avuntuları olmayan, kendinden başkalarını dinlemeyen, kendine güvenen, gerçekçi, cesur bir insan olmaya başlamışsınız demektir. Önünüzde daha güzel bir hayat ihtimali vardır. Aferin size.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Yazamadıklarım

 Aslında sıraya göre gitmem gerekiyordu. Kıskançlık hakkında bişeyler yazacaktım. Ardından da bi iki yazı daha işte. Yazamadım. Çünkü o konuda o kadar doluyum ki. Yazmaya kalksam, kendimi gecenin bir yarısı, ekran başında salya sümük ağlarken bulmaktan korktum. Yapayalnız. Teselli edecek kimse olmadan. Hıçkıra hıçkıra. Galiba biraz ara vermek zorundayım o 7 günah triplerine. Çünkü elim varmıyor. Her ne ise. Arkadaş ortamlarında, hiç duygusal tip olmadım ben. Hep sikli soklu konuşan, arada bi iki salaklık yapan -bilinçli veya biliçsiz- , milleti güldüren ve mutlu eden bir tip oldum. Yani, hiçbir ortamla davudi sesimle şiir okumadım. Zaten o yaşta da değilim, o ne amına koyim göt kıllarım kadayıf olmuş sanki. Şiir okumak diyo bana. İşte o yüzden, sırf içimde kalmasın diye, bu yazıyı bir şiirle bitireceğim. İleride bazı şeylerden nasibini alamamış bir entel-godoman bozması veya 50 yaşında bir götoğlanı olmamak için. Şerefe.


kan kızılı karlar düşüyor yüzüme
pembe dağlarda sarı uçurumlar
meczup mu mecnun mu bilinmez bir adam
sakalı saçında, saçı sakalında
hayattaki yeri, şarap şişesinin 
içine kaçan mantara bezeyen
ateş yutup hava kusan o
korku nedir ve korkudan başka bir şey bilmeyen
kitabına uygun ve kitap dışı, dipnota değmez
arafta, azap ve sefada bir zavallı
kendini hayatı hatmetmiş zanneden
yeni doğmuş bir bebek aslında o
geceye doğan kara aylara tapan
yıldızlardan kendine yatak yapıp
yorganlarla avunan bir sefil
sevgiyi elinin tersiyle atıp da
kendini aşkla öldüren
kırık dökük dudakları
ufak bir buseye hasret
bir damla suya razı
derbeder

17 Mart 2012 Cumartesi

Şehvet

 Erkek çocukları aslında hep pipileriyle alakadardır. Mesela ben. Daha göt kadarken komşunun kızını evcilik ayağına götürmüştüm (ha şimdi müzmin sapım, o ayrı), uydudaki erotik kanalların hepsini izlemiştim, gazetelerdeki/dergilerdeki çıplak veya erotik pozları hiç kaçırmamıştım. İnsanın doğasıyla ilgili bir şey işte bu, aslında hepimiz şehvete meyilliyiz biraz.

İlkokula başlamışım. Başlıyorum veya. Çanta hazırlama tribine girdim kendi kendime. Defter kitap koymadım hiç, sevdiğim bir iki oyuncağımı koydum. Bir de Leman dergisinden bir parça. Uzun karikatür öykülerden birinin bir parçasıydı işte. Çırılçıplak dünyalı bir hatun ve bir uzaylı vardı. Uzaylı, hatunun kavun gibi memelerine bakıp 'Bu mudur lan, bunun için mi geldik 300 ışıkyılı uzaktan?' falan diyordu. Biraz komikmiş aslında şimdi düşününce. Katladım koydum işte çantaya. O zamanlar iştahlı bi çocuktum, bisküvi kurabiye falan da koydum, malum lazım olabilir. Ertesi gün çantayı açtığımda hiçbiri yoktu tabii. Annem alıp çıkarmış. Ne utanmıştım haa. Gördü diye çıplak kadınlı dergiyi.

Bir keresinde de babam beni uydudaki erotik bi kanalı izlerken yakalamıştı. Hemen kanalı değişmeye çalıştım ama yemedi. Onda da Arap bir hatun vardı, Arap'tı ama beyaz tenliydi, yatağa uzanmış göğsünü açıyordu. Şimdi görsem tınmayacağım ama o zamanlar benim için ayrı boyuttan bir şeydi. Babam gördü işte, ağzında da bakla ıslanmadı, anneme falan söylemiş. Amcam geldiğinde muhabbetin arasında konuştuklarını duydum. İşte küçücük çocuklar izliyor böyle kanalları çok zararlı vesaire. Ulan sikimize iki gram kan da mı gitmesin ufağız diye. Neyse. Amcam da çok şen şakrak heriftir, çağırdı beni. 'Hangi kanalları izliyosun sen bakalım' falan dedi. İşte saydım bi iki tane çizgi film kanalı, bi de öbür normal kanalları. Bizim zamanımızda normal kanallar da güzel çizgi film yayınlardı. 'Playboy falan izliyomuşsun olum' falan diyip kahkahayı bastı. Gülüştüler. Yine utandım. Bilmemezlikten geldim.

Sonra benden iki-üç yaş büyük bir abimiz sağolsun, bana cinsellikle ilgili her boku anlattı. Dördüncü beşinci sınıfta falanım o zaman. 'Baban falan da porno izliyodur lan, prezo falan kullanıyodur' gibi çarpıcı açıklamaları da oldu. Altıncı sınıfta da ilk mastürbasyonumu yaptım zaten. Beynimden koskoca ve can yakmayan bir elektirik dalgası geçiyormuş gibi hissettim. Çok değişik bir duyguydu. Çeşitli uyuşturucuları tarif eden adamlar der ya, ilk kullanıştaki gibi olmaz hiç diye, orgazmlar da aynen öyledir. İlki gibi olmaz hiçbiri. Asıl şehvete, ilk mastürbasyondan sonra düştüm zaten. Gözlerim sürekli etrafta otuzbir malzemesi arar oldu. Evde oturup asılmak için arkadaşlarımı eker, buluşmalara gitmez oldum. Her boka asılmaya başladım. Her kıza bi de. Tabii o zamanlar aşk meşk durumları da vardı. O da ayrı bir yazının konusu. Uzun bir yazının. Şehvet böyle başladı benim için. Aslında cidden sevdiğiniz bir kişiyle, güzel ve doyurucu bir ilişkiniz olsa gidecek ve size zarar veremeyecek bir duygu. Fakat ben hiç öyle bir şey yaşamadım, o duygu da hep içimde kaldı.

15 Mart 2012 Perşembe

Öfke

 Evet, acaba bu günahlarımdan sonra hangisi geldi diye düşündüm. Öfkedir heralde dedim. Az önce yazdığım yazıda bir şey farkettim, neredeyse hayatımın mottosu haline gelmiş bir laf. 'Sonra da iyice boka sardı'. Evet hayatımın mini özeti bu aslında.

Öfke, benim gibi sakin ve sessiz tiplerde hep ekstra bir şey olmuştur. Ergenlerin tarz yapmak adına sıska vücutlarına ille de ceket giyme tribi gibi. Eğreti duran bir şey. İnsanları şaşırtan. Bakışlarıma mana verememelerine sebep olan şey. Görmedikleri, beklemedikleri, gördükleri zaman da görmemiş olmayı diledikleri. Hayır, yanlış anlamayın sakın. Kırıp dökmüyorum. Her zaman kırıp dökmüyorum daha doğrusu. Bağırıp çağırıyorum biraz ama o da abartılı değil. Fakat dilim sivriliyor. Aşırı derecede.

Harry Potter izleyenler bilir Çataldili'ni. HP ile tanıştığımda da birinci sınıftaydım, biz koridorlarda kız için birbirimizi gırtlaklarken oturup kitap okuyan bir arkadaşım vardı. Medeni piç. 'Gel beraber okuyalım' dedi bir gün. Oturduk yan yana, okuduk. Çok sevdim. Hepsini okudum sonra da. Hah ne diyodum, çataldili diyodum. Çok öfkelendiğim durumlarda nerdeyse bu tarz bir tribe giriyorum. Ağzımdan hayatta çıkmayacak laflar çıkıyor. Mesela lise 3teyken. Sıra arkadaşım sudan bi konudan kafamı bozmuş. Hem de üç değil beş değil, kaçıncı defa.

Açtım ağzımı yumdum gözümü derler ya, aynen öyle. Ne geldiyse söyledim. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Hem ayıplanmanın, yargılanmanın getireceği korku ve endişe vardı, hem de 'kötü' olmanın muhteşem keyfi. Şaşırdı. Duyanlar da şaşırdı zaten. Ben tıslamaya devam ederken, garip bakışlarla beni izliyordu. Bitirdim konuşmamı. 'Senin gibi adama arkadaş diyenin amına koyim, siktir git lan yanımdan!' dedi. Kitaplarımı defterlerimi elime tutuşturup yolladı. Gittim.

Oburluk

 Evet yedi ölümcül günah üzerinden gidiyorum işte gençler. Bir de sonlara doğru hatunun birine bir haykırışım olacak. Onu da hazırlıyorum şimdiden. Ama buraya yollamayabilirim, artık benim ve onun için çok geç değilse. Ufacık bir deşifre ihtimalini bile göze alamam açıkçası. Neyse başka konu bu.

Şimdi geldik oburluk isimli kavramımıza. Maymun iştahı falan gelmesin aklınıza, 7 günahtan biri olan oburluk, bizim bildiğimiz oburluktur işte. Hani yedikçe yiyesiniz gelir, doymazsınız, üstüne üstlük, doysanız bile tastamam bir orospu evladı gibi yemeye devam edersiniz. Bir kebapçıya falan gittiğiniz zaman asıl yemeğin üstüne 4 de lahmacun söylersiniz falan. Oburluk dediğim bu işte.

Oburluk, yine benim bünyemde sonradan ortaya çıkmış durumlardan biriydi. Her şey ben minicikken başlamış. Annemle babam, işleri yüzünden Anadolu'nun ufak ve kuytu bir şehrinde iken. Beni, oranın kreşlerinden birine vermişler. Yaş ya 3 ya 4, ama hayal meyal hatırlıyorum. Gastelerin kartondan Power Rangers verdiği dönemler. Kreşte dayak yediğimi hiç hatırlamıyorum ama aç kaldığımı hatırlıyorum. Artık ne yaptılarsa, ne söyledilerse, ne yedirdilerse (yediğim iğrenç, yağda yüzen omleti de hatırlıyorum çünkü hayal meyal) benim bütün kişiliğim değişmiş. Annem babam öyle diyor. Ağır ağır, sakin sakin, yavaş yavaş yemek yiyen o ufaklık ortadan kaybolmuş. Yerine Tazmanya Canavarı Jr. gelmiş. Eve gelirmişim, beni kreşten alırlarmış. Aldırırlarmış çoğunlukla. Bi iki kere annem beni almaya gelince çok sevinmişim, yazık. Yemek hazır olurmuş evde. Ben de kafamı gömermişim tabağa.

Hem hızlı hem çok yermişim. Bu yüzden ilkokula gürbüz bir çocuk olarak başladım. Takdir edersiniz ki ilkokul bebeleri gürbüz falan dinlemez. Şişko patates, yarım kilo domatestim ben. Sonra iyice boka sardı. 2. dereceden akrabalarımın da ezmesi ve aşağılamasıyla, sorunum çığ gibi katlanarak büyüdü. 5. sınıfta hayvan gibiydim. Bi de aşıktım bi kıza. Benim yaşımdaydı ama 7. sınıftan çocuklarla çıkıyordu amınıske. Neyse. En yakın arkadaşım söyledi kıza ona olan aşkımı. 'Beni seviyormuşsun' dedi. Daldırdım kafamı yemek tabağına.

Tembellik

  Pek dindar biri değilim açıkçası. Fakat yine de günah çıkarmanın iyi ve yararlı bir şey olduğunu düşünürüm. Hristiyan kültürüyle bağlantılı bir şey olarak düşünmeyin şimdi, hepimiz günah çıkarırız. Sevdiğimiz/sevmediğimiz bir insanın karşısında özür dileyip hatamızı itiraf ederken olabilir mesela. Sürekli bok attığımız birisi vardır mesela, genelde karşı cins olur. Bişeyler yaşanmış veya yaşanamamış diye bok atarız. Bir arkadaşla bunu konuşurken 'lan onu da yanlış yaptım, keşke yapmasaydım' demektir bazen günah çıkarmak. Bazen de uyumadan önce kendinden ve Tanrı'dan özür dilemek, yastığa süzülen gözyaşlarının o huzurlu sıcaklığıyla uyuyakalmaktır.

Bunları yazmadan önce acaba ilk günahım neydi diye düşündüm. Galiba tembellikti. Ben hep tembel bir çocuk oldum. 1 yaşında düzgün cümleler kurmaya başlamışım, 4 yaşında okumayı öğrenmişim ama hep tembeldim işte. Daha doğrusu, 1. sınıfa başladıktan sonra tembel oldum ben. Okuma yazmayı bilen veledim, tutmuş çizgi çizdiriyorlardı bana. Sikerler öyle işi dedim. Öyle bişey demişim işte. Aşağı yukarı. Sakal bıyık. Sonra da okulla hiç aram olmadı zaten.

Üşengeçtim sonra. Her boku kardeşine yaptıran abi bendim işte. Sonraki hayatımda da böyle devam etti bu. Seneye liseye giriş sınavı mı varmış, siktiret ya seneye bakarız. Şimdi o kızı düşürebilirim ama dezavantajlarım çok (o zamanlar şişman, sivilceli, diş teli takan pasaklı bi tipim), yani çok uğraşmam gerekir, siktiret. Anne babaya bir şey anlatmaya çalışmak, bunun yerine suya yazı yazmak, deveye hendek atlatmak, bin dereden su getirmek gibi, daha güzel ve daha sonuca yönelik etkinliklerimiz var. Yani siktiret. 20 yılımın rahat 10 yılı siktirederek geçmiştir. Pişman mıyım, pek değil. Günahlarımdan biri bu mu? Evet. Yargılanıyor muyum? Her gün.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Yalnız ve Ayık

  Merhaba. Bu blogda hayatımdan ve hayat hakkımdaki düşüncelerimden bahsedeceğim biraz. Blogu açarken kafamda büyük düşünceler vardı. Muhteşem şeyler yazacaktım, okuyanlara 'vay be' dedirtecek şeyler. Süper ifade edecektim kendimi güya. Bi şeylere başlamadan önce hep öyle gelir ya. Şimdiyse neyi nasıl anlatsam diye kıvranıyorum ekranın başında. Hayatım da biraz böyle işte. Hiçbir zaman amaçlarını ve beklentilerini yakalayamayan, bazı konularda potansiyeli olmasına rağmen bir bok olamamış, öyle mal gibi dolaşan mutsuz bir tipim. Daha öğrenciyim ama önümdeki bütün potansiyel gelecekler de daraltıyor beni. Hepsi. Çoğu veya. Eskiden hayata tutunmaya çalışan, büyük ve muhteşem Dünya'nın kendinden esirgediği bütün güzelliklerin tadına bakmak için yaşayan, yarı-idealist bir ergen iken, şimdi sadece yaşıyorum öylesine. Eski halimin/hallerimin enkazı gibiyim. Yaşamayı biraz daha anlamış gibiyim. İnsanları, düşüncelerini ve yaptıklarını görüyorum, ve ne yazık ki, pek de hoşuma gitmiyor. İçilip eğlenildikten sonra tek başıma evime döner, otobüste hafiften ayılır gibiyim. Tam bir sik kırığı gibiyim.